Yaşam Öyküm

Türkiye’de öncelikle Anadolu yöresinde sıkça sorulan bir sorudan başlayalım yaşam öyküme. Nerelisin? İşte ben de tam Kastamonuluyum diye düşünmeye başladığımda, rahmetli anneannemin Selanikli olduğunu öğrendim. Sevindim, tamam şimdi biliyorum nereliyim diye. Büyük teyzem ve halam Kafkasya’dan geldiğimizden söz edince, yıllar sonra, o an şaşırmış olmam gerektiğini öğrendim. Oysa hiç şaşırmamıştım; köyde farklı farklı dinlerden arkadaşlarımla masanın etrafında koşmaca oynarken. 1960 ihtilali olduğunda devrik mebusun kızıydım bu kez de, 7 yaşındaydım, ilkokuldaki mandolin öğretmenim bir subaydı, notaları doğru çalamadığımda elime toplu iğne batırırdı, neden batırdığını yıllar sonra anlayacaktım. Sonra Almanya’da küçük bir çocukken, bu kez Almanlar şaşırdı, neden bunun şalvarı yok diye. Ben şaşırdım, şalvar giymediğim için. Çocuklar ardından kar topu atıp benimle Almanca bilmiyorum diye alay ettiklerinde, hiç anlamadım bunların neden böyle olması gerektiğini. Türkiye’ye döndüğümde altmışlı yılların sonuna doğru, yine ötekiydim, ezbere alışık nice öğretmen için. “Kızım, Akşam Güneşi”ni anlat diyor Türkçe öğretmenim. Hiç duymamışım ki Reşat Nuri Güntekin’i o güne kadar, sanıyorum akşam batan güneştir. Söylüyorum öğretmene, o azarlıyor beni. “Otur yerine, sen benimle alay mı ediyorsun?” Doğruyu duymaya tahammülü olmayan nice öğretmenlerle başetmeyi ancak Lise 3’te öğrendim. Şiir yarışmasında birinci oldum, öğretmen 27 Mayıs’ta şiir okuyacaksın dedi, okumam dedim, notum ansızın düşüverdi. Avusturya Lisesi’nden 1972’de Lise Bitirme sınavlarıyla (Matura/Abitur) mezun oldum.

Sonra yele kapıldım, bir baktım Frankfur’tayım. Bir baktım en büyük eseri Faust’a hayran olduğum Goethe ile tanışıvermişim. Johann Wolfgang Goethe Üniversitesi’nde işletme, İngiliz Dili ve Edebiyatı, Alman Dili ve Edebiyatı bölümlerinde okumaya başlamışım. Sevdiğim kişiyle tanıştım Frankfurt’ta bir dernekte. O Frankfurt’un metro tünellerini ve o tarihlerdeki en yüksek binasını Dresdner Bank Hochhaus’u yapıyordu. Şimdi vızır vızır metroların işlediği kaba inşaatı bitmiş tünellere indim onunla, tünellerin ortada birleşmesine bir gün kala; kaba inşaatı bitmiş gökdelenlerin üstünden Frankfurt’ seyrettim, fotoğraflar çektim. Dernekte koroda, folklörde ve tiyatroda görevler üstlendim, çay demledim, ikram ettim, dernek binasını temizledim. Almanya’da kent kent gezip gösteriler yaptık, sahneye koyduğumuz oyunlarda rol aldım.

Sonra rüzgar bu kez vatanıma doğru esti, Türkiye’ye döndüm. Türkiye bir çalkantı denizi, 1960’ın durulduğu sanılan suları hiç durulmamış, deniz olmuş dev dalgalı bir Tsunami, üstümüze geliyor. Edebiyat Fakültesi’nde kurşunlar üzerimizden uçarken, sakat bırakma beni Tanrım diye dua ederek, amfilerde saklandım. Alman Dili ve Edebiyatı ve Avrupa Sanat Tarihi Bölümlerinde okurken yara bere içinde arkadaşları gördüm. Eve gelirdim, anlatmazdım, annemler heyecanlanmasın diye. 1976’da sevdiğimle evlendim ve mezuniyetten sonra Almanya’ya yerleştim yine. Gel, gitlere bir yenisi daha eklendi.

Hiç boş durmadım, ailem hiç öğretmemişti bana boş durmayı, iyiki de öğretmemişti, ama galiba tüm yaşantım boyunca çalışma edimini çok abarttım. Almanya’da devlet özerk yeminli çevirmen oldum, başkonsoloslukta başkonsolos çevirmeni ve sekreteri olarak çalıştım, aynı zamanda Halk Yüksek Okulu’nda Türkçe dersi, okullarda Almanca dersi verdim. 1980’de çeviri hizmetleri büromu kurdum ve çok daha yoğun bir çalışma temposunun içinde buluverdim kendimi. Gece, gündüz çalıştım; genç yaşlı öğrenciler, polisler, hakimler, şirket müdürleri, noterler, avukatlar, müvekkiller, müşteriler ve sanıklar da dahil çeşit çeşit insanlarla karşılaştım.

(Bir gün Türkiye’den bir istinabe (Rechtshilfeersuchen) gelmiş, yani hukuki yardım kapsamında Almanya’da ikametgahi olan bir tanığın Türkiye’de işlenmiş bir suç için ifadesi alınacak. Hakim beni tanıyor. Türkiye’den gelmiş dosyalar, yıl herhalde 1984 olmalı. Hakim dosyaları karıştırken canı acıyor. Bakıyorum parmağı kanıyor inceden inceye. Frau Eruz, diyor, şu dosyala bir de siz bakin, bir şey battı elime. Oysa bilmiyor ki, biz evrakları iğne ile tuttururuz. Hatta bu bir kaç yıl öncesine kadar böyleydi. O tarihlerde ataş ya da zımba lükstü. Aleti buldun, içine koyacak tel bulamazsın, teli buldun, alet çalışmaz, zımbaları eline zımbalarsın zımbayı çalıştıracağım derken. Neyse, ben dosyayı alıyorum, hakime ilgili suç unsurunun ve tanıktan beklenenin Almanca çevirisini gösteriyorum. Hakim bir süre bakıyor, ilkin ümitli, anlarım sanıyor, oysa deneyimlerimden biliyorum, hiç bir şey anlamayacak. Çünkü metin bire bir aktarılmış, anlamak için Türkçe sözdizimi, hatta bu ilginç aktarımla yabancılaşmış Türkçeyi iyi bilmek gerek. Bir süre sonra, Frau Eruz, ilgili evrağın Türkçesini bulun ve bana çevirin diyecek.)

Bir keresinde de çok sevdiğim bir sorgu hakimi Herr Gebhardt, Frau Eruz, Türkiye’de sebze, meyva var mı demişti. Ben de ona Türkiye’de manavların fotoğrafını çekip getirmiştim de çok şaşırmıştı. Seksenli yılların başındayız.

İşte böyle sayısız anım oldu bu insanlarla, beni sonsuz zenginleştiren, çeşit çeşit insanların yüreğime girmesini sağlayan ve çok güzel dostluklar kurduğum sayısız anı.

On yıl çalıştım Frankfurt am Main kentinde. Tüm Frankfurt’u tanıdım, insanlarını sevdim, onlar sayesinde kültürel ve ekonomik sermayem arttı.
1986’da İstanbul’a döndüğümde Akşit Göktürk’ün sevgili eşi, yüreği güzelliklerle dolu bir kişiyi çıkardı Tanrı karşıma. Çok sevgili hocam Angela Göktürk. Onun bölümünde okutman olarak işe başladım, sonra Alman Dili ve Edebiyatı daha sonra Alman Dili Eğitimi ve en sonunda da Çeviribilim Bölümü’nde görev yaptım. Sayısız öğrenciyi yetiştirmeye ve ben şanslı olduğum için öğrendiğim onca bilgiyi onlara öğretmeye çalıştım. Bugün öncelikle, yetiştirmek için büyük emek harcadığım asistanlarla ilgili konu açıldığında bunda pek başarılı olduğumu ne yazıkki söyleyemeyeceğim. Özveri ve paylaşımın karşı tarafa ulaşması için karşı tarafın o bilinçte olması gerektiğini geç de olsa öğrendim. Aynı durum yapılan bütün işler için de geçerli, yaptığı işi sevmeyen ve işine sahip çıkmayan, farklı başka emeller içinde bulunan bir ekiple yapay yaratılan zorluklara göğüs germekten ötürü, işlerin çok zor yürüdüğünü de yaşayarak öğrendim. Öğrencilerim yine de beni yalnız bırakmıyorlar, sürekli maillerle ne yaptıklarını nerelere geldiklerini ve derslerimden iş yaşamlarında nasıl yararlandıklarını yazarlar onbeş yıldan bu yana. Umarim gerçekten 25 yıllık eğitmenlik yaşamımda onlarda yaşama yönelik işlevsel bir iz bırakabilmişim ve onlara dünyaya karşı duyarlılı kılmayı ve sorumluluk sahipi olmalarını bir nebze dahi olsa öğretebilmişimdir.

Deneyimlerimi okurlarımla paylaşmayı ümit ettiğim kitaplar yazdım. Yurtiçinde ve yurtdışında ders verdim, sergiler açtım, sunumlar yaptım farklı farklı kurumlarda, ulusal ve uluslararası etkinliklere katıldım ve bunları hep paylaşımların artacağını ve gençlere öğreteceğim bir şeyler olduğuna inandığım için yaptım.
Şimdi ise koşullar elverdiği oranda Almanca Mütercim Tercümanlık Anabilim Dalı’nın öğretim üyesi olarak çalışmalarımı ve öğrencilerle paylaşımlarımı sürdürmeye çalışıyorum.

Evet, ben nereliyim acaba? Yarım asrı çoktan deviren yaşımın 18 yılını Almanya’nın farklı yörelerinde geçirdim, öyleyse ben Nordrachlı mıyım, Offenburglu muyum, Krefeldli miyim yoksa Frankfurtlu muyum? Oysa bir o kadar yılımı da köyde geçirdim, ben Mehranlı mıyım? Babam milletvekiliyken, Ankara’daydık, önce Bahçelievler’de, maaşı kirayı ödemeye yetişmediği için sonra Ulus’ta. Evimiz Kastamonulu memleketlilerimizle dolup dolup taşardı, yerlere döşekler yayılır, babam sorunlarını halletmeye çalışır, sonra onlar yine memleketlerine dönerlerdi, onların yerine başkaları gelirdi. Orada ilkokul bire başladım, ben Ankaralı mıyım? Lise’yi okurken Kadıköy’de oturuyorduk, evimiz bu kez de bitmek tükenmek bilmeyen bir hasta selinin uğrak yeriydi, şimdi döşekler hastalar için yayılıyordu. Babam yine dertlerine çare bulmaya çalışıyordu. Bu durumda ben Kadıköylü müyüm? Son 20 yıldır İstanbul’da yaşıyorum neredeyse kesintisiz, anneannemin annesi Selanikli, anneannem Beylerbeyli, çocukluğum Beylerbeyi’nde ve Beyoğlu’nda geçti. Ben Beyoğlulu muyum? Evlendikten sonra eşimin nüfus kütüğüne geçiverdi kaydım, oldum mu şimdi de Akşehir’in Nasrettin Mahallesin’den. Üstüne üstlük Nasreddin Hoca misali bir eşe sahip oldum, gerçekten bir zamanlar Akşehir gölünü kiralayan bir sülâleden gelen. Sahi ben nereliyim? (Sahi, siz nerelisiniz acaba?)

Ben sadece çokkültürlü, bir türlü durulmayan sularda yol alan bir devletin bana bıraktığı bir kimliği taşıyorum. Belki de büyülü bir toz tanesi misali sadece sevdiklerimle var olabilen, hasbelkader bir canlı olarak dünyaya gelmiş, babamın ben daha küçük bir çocukken hatıra defterime yazmış olduklarına uymaya çalışan bir tür dünya vatandaşıyım.

“Hayatta her ne pahasına olursa olsun doğru ve dürüst olmanı isterim. Bunun mükafatını Tanrı sana daima verecektir.” (Opr. Dr. Şükrü Esen’in kızının hatıra defterine 22.03.1963’te Schwarzwald, Nordrach-Klausenbach’ta yazdığı bir metinden alıntı.)